dersambari.goo-dart.com
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

dersambari.goo-dart.com

BİLGİ VE SLAYTLARDAN YARARLANMAK İÇİN ÜYE OLMANIZ GEREKMEKTEDİR!!!
 
AnasayfaKAPILatest imagesKayıt OlGiriş yapÖMER SEYFETTİN---ANT Aataor10

 

 ÖMER SEYFETTİN---ANT

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
HaSaN
Site Kurucusu
Site Kurucusu
HaSaN


Mesaj Sayısı : 539
Kayıt tarihi : 13/04/09
Yaş : 32
Yer : Tokat/ZİLE

ÖMER SEYFETTİN---ANT Empty
MesajKonu: ÖMER SEYFETTİN---ANT   ÖMER SEYFETTİN---ANT Icon_minitimePerş. 16 Nis. 2009, 11:33

Ant

Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu kasaba, düşümde artık bir serap
gibiydi. Birçok yeri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı
olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap
şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz
sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz bir
unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun
gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında
bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl hüzünlenirse, ben de
tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O, her akşam sürülerle
mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar,
yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, uçsuz bucaksız tarlalar,
alçak çitler hep bu duman içinde erir...

Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.

Büyük bir bahçe... Ortasında köşk biçiminde yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde
her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi
pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrarlatır, sütümü içirirdi. Bu pencereden
görünen avlunun öbür yanındaki büyük toprak rengi yapının camsız, kapaksız tek bir
penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren,
çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine
bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı,
bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu kuruntuyla, rüya dinlemek, yorumlamak
merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri, kuzgun bir ayının
beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını,
burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına
attığını söyler, ona birçok, "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Yorumlarken benim
büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük
yapamayacağını, güvenceyle sundukça, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim...

Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum... Okul bir katlı, duvarları
badanasızdı. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız
bir bahçe... Bahçenin sonunda ayakyolu, çok kocaman aptes fıçısı... Erkek çocuklarla
kızlar karmakarışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. "Büyük Hoca"
dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri
pek sert parlar, gaga gibi iğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa
benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük Hoca'nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç
korkmazlardı. Sanırım biraz aptalcaydı. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en
uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı
olmasından, bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya adımı
söylerler ya da "Yüzbaşı oğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında
sallanan "geldi - gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların
tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık, durmadan bağıran,
haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha da ağırlaşır,
bulanırdı...

Okulda yalnız bir tür ceza vardı: Dayak... Büyük suçlular, hatta kızlar bile falakaya
yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük Hoca'nın ağır tokadı...
Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rast geldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak
yememiştim. Belki kayırıyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle
yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile
yanıyordu. Kıpkırmızıydı. Oysa suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki aptes
fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca suçu yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli,
kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti.
Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı.
Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya
iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.

Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle
görmüştüm. Akşam üstü, okul dağılırken dayağı yiyen çocuğu tuttum:

- Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın...

- Ben koparmıştım.

- Hayır, sen koparmamıştım. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.

Direnmedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya. söylemeyeceğime yemin
edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen meraklanıyordum:

- Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır.
Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.

- Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?

- Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu
- kurtardım işte.
Pek gü
zel anlamadım. Tekrar sordum:

- Ant ne?

- Bilmiyor musun?

- Bilmiyorum!

O vakit güldü. Benden uzaklaşarak karşılık verdi:

- Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "ant içmek" derler. Ant içenler kan kardeşi
- olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde
- birbirlerine koşarlar.
Sonra
dikkat ettim, okulda birçok çocuk, birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşiydiler. Bazı
kızlar bile kendi aralarında ant , içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim göreneğin nasıl
yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerdeydim. Küçük Hoca aptes almak için dışarı
çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır,
namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan büyük,
kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra
birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak... Bu beni düşündürmeye
başladı. Benim de kan kardeşim olsa, hocaya kulağımı çektirmeyecek, üstelik falakaya
yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız,
koruyucusuz sanıyordum, anneme düşüncemi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek
istediğimi söyledim. Andı tanımladım. Razı olmadı:

- Öyle saçmalıklar istemem. Sakın yapma ha... diye uyardı beni. Ama ben dinlemedim.
- Aklıma ant içmeyi koymuştum. Fakat kiminle? Bir rastlantı, beklenmeyen bir
- kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine, bütün
- komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki
- evlerin sahibi Hacı Budak'ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı
- hoşuma giderdi: Mıstık... Bu sözcüğü söylerken tat duyar, boyuna tekrarlardım.
- Öylesine uyumluydu ki... Kızlar bu güzel ada uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı
- bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi; hâlâ hatırımda.
Mustaf
a Mıstık,

Arabaya kıstık,

Üç mum yaktık,

Seyrine Baktık!

diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı.
Gülerdi. Biz de, bazen bu dörtlüğü bağırarak tekrarlar, eğlenirdik.

Bu mini mini şiir, benim hayalimi bile etkilemişti. Rüyamda, birçok arsız kızın Mıstık'ı
büyük bir göçmen arabasına sıkıştırarak, çevresinde üç mum yakarak seyrine
baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara
birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden
güçlüydü. Adı gibi her yanı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, bedeni... Hatta elleri...
Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı
getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da
tümümüzü geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü, Mıstık
söğüt dallarıyla geldi. Ben uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım.
Bir çakıyla bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı
bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.

Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu,
farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin
işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O anda aklıma bir şey
geldi: Ant içmek... Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a,

- Haydi, dedim, bak elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes...

Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını salladı:

- Olur mu ya... Ant için kol kesmek gerek...

- Canım ne zararı var? diye üsteledim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha
- parmaktan... Haydi, haydi!...
Razı o
ldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, üstelik biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki,
akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu: Parmağımın kanıyla karıştırdık.
Önce ben emdim. Tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.

Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan
kardeşi olduğumuzu unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte
dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı
perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben
fesimin altına mendilimi koymuştum... Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı.
Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir duvarın temelleri vardı.
Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç
adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar.
Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, "Aman, kaçalım..."
dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, "Sen arkama
saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı.

İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek
de ayağa kalkmıştı.

Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi
yemenisi düştü. Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler.
Köpeğe odunlarının bütün gücüyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının
kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına
sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..."
diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni
anlattım. Abil Ana, beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma
bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi ki, sarımsak kokusundan aksırdım.

Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi... Anneme, Hacı
Budak'lara gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim.

- Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek
- ayıptır.
Ondan
sonra ben her zaman Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım umuduyla okula gittim.

Ne yazık ki, o hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya
götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi.

Sonunda bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş...

Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır.
Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne
getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım.
Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok
kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak
dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük,
kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini
görürüm.

Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeli Türklükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuş
derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlâk ve bozuculuk, vefasızlık ve
bencillik, bayağılık ve miskinlik cehenneminin dibinde, üzgün ve şartlanmış
kıvranırken, saf ve nurdan geçmiş, kaybolmuş bir cennetin gerçekten uzak bir serabı
halinde karşımda açılır... Beni mutlu eder. Saatlerce Mıstık'ın anısıyla, bu aziz ve soylu
üzüntünün eskiyip, unutuldukça daha çok değeri artan tatlı hüzünlü acısından tat
duyarım...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://dersambari.yetkin-forum.com
 
ÖMER SEYFETTİN---ANT
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» ÖMER SEYFETTİN---FORSA---
» ÖMER SEYFETTİN---KAŞAĞI---
» ÖMER SEYFETTİN---YALNIZ EFE---
» ÖMER SEYFETTİN---BİRKAYIŞIN TESİRİ---
» ÖMER SEYFETTİN---KESİK BIYIK---

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
dersambari.goo-dart.com :: DERSLER :: EDEBİYAT :: Metin Halinde Belgeler-
Buraya geçin: